ŞEHİRLERİ VE KENDİNİ DAĞA YASLAYAN ADAM: TURGUT AKÇA

ŞEHİRLERİ VE KENDİNİ DAĞA YASLAYAN ADAM: TURGUT AKÇA
Turgut Akça toprağına bağlı, çağına isyanlı, yaşama sımsıkı tutunarak içinden geldiği gibi yazıyor. Bir muhaliflik de var duruşunda ancak bu muhalif duruşu onun daha iyi yazmasına imkân sağlıyor.Kayıp bir hayatı anlatan bir yazısı ile giriş yapmış kitabına yazar: Ayağını Yitiren Ayakkabı, (sayfa 9) kitabın ismi aynı zamanda. Daha ilk öyküden anlıyoruz ki yalnızlık ve insan kokacak her yer.
Makineleşmeyi merkezine Aldığı “Babam ve Biçerdöver” (sayfa 11) ikinci yazısı yazarın. Yalnızlık teması burada da var. Biçerdöver girince tarlaya, tarlanın da kimyası bozulmuş; kuşlar kırgın, çekirgeler küskün… Üstelik yerel ağızla sitem eden adam da hırçın: Batumuş gitmiş tarlayı…
Taze ekmek kokusu yeni bir başlangıçtır. Taze ekmek kokusu yeni bir sabahtır, yeni bir heyecandır, huzurdur. Turgut Akça “Sıcak Ekmek Kokusunda Bereketli Bir Sabah-ı Şerif” (sayfa 13) öyküsünde yeni başlangıçlarını yazmış. ”Ailemden uzak bir ergendim” diyor mesela. Bu hem başlangıç hem de hem de yeni bir heyecan. Gözlem yeteneğini kullanarak yazılan bu öyküsüyle yazar, geçmişine yol alan ihtiyarın gençlik halini tasvir etmeye çalışmış.
“İncecik kaçak kâğıtlara tütünle birlikte hüznünü koyar” (sayfa 18), “…kâğıdın kökünü, üzmezdi” (sayfa 19), “…yol arkadaşı öksürük…” (sayfa 19) gibi harika cümleler, “Çoban Memet emmi”(sayfa 18) öyküsünden akla kalan şiirsel cümleler. Turgut Akça hepimizin bir dönem örnek aldığı gizli ve yerel kahramanı yazmaya çalışmış burada.
Çocukluğuna yol almaya çalışıyor yazar. Köy hayatını, erken gençlik dönemini, elektriği olmayan ama muhabbeti olan köy evlerinin fizikken dağınık ancak ruhen birbirine bağlayan yanlarını anlatıyor, “Rüya” (sayfa 20) isimli öyküsünde.
İstanbul gözlemini anlattığı iki öyküsü peş peşe: “Kendi Kendine Konuşan Adam” (sayfa 27) ve “Süleymaniye Yolunda” (sayfa 29).”Sonra şehrin ufkunu beton dağlar ve The Marmara…” (sayfa 30) diye bitirmiş yazar bu öyküsünü. Rutin kent ve İstanbul yalnızlığı…
“Dağ ve İnsan” (sayfa 319)’da dağın ve insanın benzerliklerini yazmış yazar. İnsanın bir diğer görevinin de dağlara sığınmak olduğunu anlıyoruz bu yazıyla. İnsan da dağ gibidir, yalnızdır. Kendini ve şehrini dağa yaslayan adam diyebiliriz Turgut Akça için. Dağ sığınma yeri, dağ hüzün yeri, dağ müjde yeri. Önce dağ olacak ki sonra şehir olsun, sonra da medeniyet… İslamiyet ve Hz. Muhammed (S.A.V.) gibi…
“Tahir’in Sömestr Tatili” (sayfa 36) isimli öyküsünde yazar, seksenlerin ya da doksanlı yılların öğrenciliğini anlatıyor. Uzak köyler, yatılı okullar, ayda yılda bir defa gidilen evler… Ama mutlu çocukluk… Günümüzle kıyaslamak doğru mu bilmiyorum, çünkü kıyas kabul etmeyen iki farklı çağda yaşıyoruz sanki. Günümüzde Tahir’ler cep telefonu markası beğenmiyor…
Yürümek, yazarın olmazsa olmazlarından. Yürüyen insan kendini bulan insandır. Yürüyen insan kendini, sesini ve gölgesini tanıyan insandır. Kendisiyle dertleşir yürüyen insan. Anılarından yola çıkarak bugüne ulaşan yazar, “Yürümek” (sayfa 45) yazısıyla kendisini de bulmuş.
“Tabiat ve İnsan” (sayfa 54) yazısında yazar, bir kent yalnızlığını ve yanlışlığını yazıyor. Köye, ormana, tabiata yolculuğu devam ediyor. Toprak, ana fail bu yazıda da. Aklıma hemen Mustafa Kutlu geliyor. Kutlu da Yeni Şafak Gazetesi’nde da yıllarca toprak üzerine yazılar yazdı. Zaten yazının sonunu da Mustafa Kutlu ile bağlamış yazar.
İnsanın ruhuna iyi gelen yerler vardır. Turgut Akça bunlardan bir tanesini yazmış: “Ekin Tarlası”(sayfa 59) Oradaki ses bizim sesimizdir diyor yazar. Rüzgârın sesi, toprağın sesi, insan sesi…
Toprakla yolculuğumuz devam ediyor kitapta. Toprakla insanın anılarını yazdığı “Kâinat Kitabını Okumak” (sayfa 62) deneme yazısında yazar, insanın mutlu olmasını sırtını toprağa yaslamasına bağlıyor. Yeryüzünde böbürlenerek yürümemesi ( İsra Suresi 37.Ayet) tembih edilen insanoğlu bu mütevazılığını yine hammaddesi olan toprağa borçludur.
İnsanı bir başına akan suya benzettiği “İnsan Bu, Su Misali” (sayfa 65) yazısında özetle şunları söylüyor yazar: Su ne kadar uzun süre akarsa, su ne kadar derinden ve kıvrılarak akarsa, her gittiği yerden bir öz toplarsa insan da böyledir, insan da su gibi farklı alanlarda olduğu sürece olgunlaşır, insan olur.
Modern hayatın açmazlarını irdelemeye devam ediyor yazar. ”Ey Eşref-i Mahlûkat” (sayfa 69) yazısında moda dayatması karşısında insanın çaresizliğini, ömür boyu yaşaması gereken insanın bu çabasının buna da yetmediğini ifade ediyor.
Buğdaydan ve Kirazdan bahsediyor yazar, “Kiraz Mevsimi” (sayfa 68) ve “Buğday” (sayfa 82) isimli yazılarında. Kiraz, aynı zamanda bir mevsim adı yöresel olarak. Mayıs hem kiraz hem buğday mevsimidir. Buğday demek de Hz. Yakup demek, buğday demek insan demektir diyor yazar.
“Sofra Kurmak Cümle Kurmaktır” (sayfa 859) yazısında sofra kültürümüzün artık kalmadığını, sofra adabı ve kültürünün sadece Ramazan ayında oruç tutulan evlerde sınırlı yaşandığını, küçük mahallelerde bile evlere yemeklerin artık kuryelerle geldiğini gözlemleriyle ispatlayarak anlatıyor yazar.
“Aylardan Ramazan, Mevsim Oruç”(sayfa 95) ve “Pandemi Gölgesinde Bayram”(sayfa 98) birbiriyle uyumlu peş peşe -muhtemelen kovid-19 salgını döneminde yazılmış- iki güzel yazı. Yine çocukluk ve ilk gençlik dönemine gidiyoruz bu yazıyla da. Turgut Akça’yı tanıyan ve hemen hemen aynı kuşak nesli olarak bu yazıyla hem hüzünlenip hem de heyecanlanıyoruz.
“Eski Evler” (sayfa 105) yazısını okuyunca yıllar önce yazdığım Gökyüzünden Zaman isimli yazıma gittim. Benim de eskimemiş eskiye ve eskimemiş tarih bilgisi ve bilincine yakın ilgim var. İlgiden öte merak da diyebilirim. Eskimiş evleri değil eski evleri özlüyoruz, arada fark var.
Eski evlerden sonra eski geceleri de yazmış Turgut Akça “Gece” ( sayfa 108) isimli yazısında. Gecenin eskisi makbul. Gece hayatı yoktur insanın, ancak gece yaşanmışlıkları vardır duyarlı insanın. Herkes uyuduktan sonra mı başlıyor hayat?
“Gören Sokak” (sayfa 130) yazısıyla yazar, yaşadığı sokağını anlatıyor. Bugünle dünü kıyaslıyor. Aslında dünün de bugün olması gerektiğini söylüyor. Metropollerde bugün korkulan mekân olan sokakların, geçmişte sığınılan mekân kültürü olduğunu hatırlatıyor bize Turgut Akça. Bakkal kavramına ayrıca önem veriyor burada. Bakkal demek güven demekti bir zamanlar. Bir zamanalar sokağın da güven demek olduğunu hatırlatarak söylüyor bunu.
“Kapı” (sayfa 130) isimli yazısıyla yazar bize kapı kelimesinin farklı anlamlara geldiğini söylüyor. Bilgilendirici bir yazı olmuş. Yöresel anlam farklılıklarını da öğrenmiş oluyoruz kapı kelimesi hakkında. Eskiden kapıların kilitlenmediği bilgisi hayli dikkat çekici. Bizim bildiğimiz bir durum bu. Ancak bugüne indirgeyemiyoruz bu bilgiyi ne yazık ki. Eskiden eskiler, evlerinin kapısını kilitlemezken bugün herkes nerdeyse kalbini dahi kilitleyebiliyor.
Kapıdan sonra “Pencere” (sayfa 125) yazısı bir seyir halinde yürütüyor okuyucuyu. Modern evlerde pencere olmadığından –bence pencerelerin küçülmesi de var- apartmanların yalnızlığından, penceresiz evlerde büyümüş çocukların iç sıkıntısından bahsediyor yazar.
“Sandığınız Gibi Değil, Sandık” (sayfa 130) yazısında yazar, evlerin küçülmesinden, geniş ailelerin artık çekirdek aile olduğundan bahsederken bir de ilginç bir örnek veriyor: Sandık. Eskilerde her evde olan sandıklardan bahsediyor yazar. Modern evlerimize ne koyacağımızı artık müteahhitler belirliyor. O yüzden çeyiz sandıkları da anılarımızı sakladığımız sandıklarımız da artık özlem olarak kalıyor.
KDY Yayınlarından Şubat 2024’te çıkan kitapta 37 yazı var. Kendisine, insana, çevresine ve canlılara duyarlı içli bir yazarın kaleminden dökülenleri okuduk. Anlatılanlar da yazılanlar da biziz aslında. Bizim mahalle, bizim bakkal, bizim sokak, bizim çocukluğumuz…
Anılara yolculuk da diyebiliriz bu yazılanlara. Şehirde sessizce yaşayan ama gördüğü yanlışlara da ses edebilen bir adam Turgut Akça. Kendisini kitabı için tebrik ediyorum.
Fatih TEZCE
24.04.2024-Bafra