F A T İ H T E Z C E

Yükleniyor

Bir Yeşilçam Filmi gibi bir sade roman : SEN ÖLÜRKEN BEN DOĞDUM

blog__img

BİR YEŞİLÇAM FİLMİ GİBİ BİR SADE ROMAN: SEN ÖLÜRKEN BEN DOĞDUM

Batı edebiyatında roman türü, Miguel de Cervantes’in ünlü Don Kişot adlı eseriyle 17. yüzyılda başlamıştır. 18. yüzyıla gelindiğinde Fransa, İngiltere ve Almanya’da psikolojik ve duygusal yönü ağır basan romanlar görülür. Bu alanda anılabilecek ilk roman Contesse de La Fayette’in Princesse de Cleves’tir.

Roman türünün asıl gelişme göstermesi ve atılım yaşaması 19. yüzyılda olur. Türk yazarları, tanımaya başladıkları Batı romanının benzerini ortaya koymadan önce ara metinler yazma süreci yaşarlar. 

Türk edebiyatında Batı tarzında ilk hikâye ve roman, ilk çevirilerden ancak on yıl kadar sonra görülür. Bunlar, Ahmet Midhat Efendi’nin 1870’te yayımlanmaya başlanan Kıssadan Hisse ile Letâif-i Rivâyat serisinde yer alan uzun hikâyeleri, Şemsettin Sami’nin 1872-1873’te çıkan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı ile Namık Kemal’in 1876’da yayımlanan İntibah ve 1880’de baskısı yapılan Cezmi romanlarıdır.

Roman bize Avrupa’dan ithal bir edebi türdür. Türk edebiyatında roman, 19. yüzyılda ortaya çıkan bir yazım türüdür. Roman, Tanzimat'la başlayan batılılaşma sürecinin bir parçası olarak Türk edebiyatına girmiş olup, Fransız edebiyatından eserler başta olmak üzere ilk Türkçe örnekleri çeviri eserlerde gözlemlenmiştir. 

Biz şair bir toplum olarak doğmuşuz; bundan dolayı söz her zaman var bizim içimizde. Bizde söz, hep şiir düzenindedir. Hikâye ya da öykü  (hikâye ve öykü aynı tür mü? tartışması Cumhuriyet döneminden beri vardır. 1949’da Nurullah Ataç’ın ilk kez öykü kelimesini kullanmasından bu yana çeşitli görüşler ileri sürülse de Feridun Andaç’a göre hikâye ve öykü ayrı türdür. Ona göre hikâye (örneğin halk hikâyeleri) ağırlıklı olarak sözlü geleneğin içinde köklü bir ürünken, öykü ise sözlü anlatıdan ziyâde bir tasarımın söz konusu olduğu modern edebiyatın bir ürünüdür.) ve roman, şiirin uzun halidir bence. Şiir, az sözle çok şey anlatma çabasıyken, roman -ya da az uzarsa roman türüne girecek olan hikâye-  uzun cümlelerle özü yakalama çabasıdır.

*

Rabi Öztürk, bir Özel Eğitim öğretmeni. Öğretmenliğin yakalamak istediği duyguları açığa çıkarmaya yaklaşmış olduğu romanın ismi de hayli ilginç: Sen Ölürken Ben Doğdum…

Klasik Türk filmleri tadında başlamış roman. Yağmurlu bir gün, işe yetişmek, ıslanmış dosyalar vs. Ve üstüne bir kargo paketi: Sütkardeşi olduğunu iddia eden Bahar isminde bir kadının ilginç hayat hikâyesi... Ne yalan söyleyeyim bizim televizyon dizilerinin “zengin kız fakir oğlan” veya tersi olan denklemle giriş yapmak heyecan verici, ancak bir o kadar da konuyu bağlayamazsanız okuyucuyu yoldan çıkaracak riskli bir durum. İyi bir kitap okuyucusu yoldan çıkmaz ve o elindeki kitabı bir solukta olmasa da bir-iki günde bitirir.

Genelde yaptığımdır: Okurken sıkıldığım kitaplarla inatlaşırım. Emeğe saygı olmalı çünkü. Cümlelere, satırlara sevgi olmalı bir de. Çünkü yazar, kitabın sonuna doğru acayip bir şekilde olayı bir güzelliğe bağlar.


Ancak Rabia Öztürk, hiç sıkmadan ilerletiyor okuyucuyu. Normalde beş güne yaydığım roman okumalarımı bu sefer iki günde tamamladım. Aslında bir tam gün… Nihayetinde yazar, olayları kafasında bir güzel kurgulayıp öyle geçmiş masa başına diye tahmin ediyorum.

Bir şey yazmak zordur. Kendimden de biliyorum. Unuttuğum kâğıtlar, alakasız bir yerde kalemin mürekkebinin bitmesi, cep telefonumun şarjının tükenmesi vs… İnsan kendini toplar da yazdıklarını toplayamaz.

Ancak Rabia Öztürk romanını iyi toparlamış. Olayların gidişatı ilginç denilecek seviyede. Birkaç yerde sürpriz beklentisi içine sokmuş okuyucusunu, ancak sürpriz gelmemiş. Hayat işte bildiğiniz gibi dercesine rutin ilerletmiş romanını.

Ben bir romancı olsaydım, birkaç şairin birkaç şiir kitabını okuyarak romanıma bir şiirsellik de katardım. “Bağrından evladı alınan annenin göğü yırtan çığlıklarını anımsatan bir gök gürültüsü ile inledi taksinin içi.” (Sf. 1), “Çaya eşlik etmek için kıvranan simidimi de çıkarttım.” (sf.21), “Elim yanıyordu. Sanki zarfı değil de bir kor parçasını tutuyordum.” (sf.36) gibi şiirsel güzellikler sadece romanın başlangıç kısmında görebildiklerimiz. Bir süreklilik arz etmesini bekledim açıkçası. Ancak bu bir eksiklik değil. Herkesin penceresi farklı, ancak herkesin gökyüzü aynıdır. Yazar, farklı bir pencereden aynı gökyüzüne bakmak istemiş olabilir.

Türk Diline yabancı kelimeleri mümkün oldukça kullanmamaya çalışmış yazar. Özellikle “özçekim” kelimesi pek hoşuma gitti. Nihayetinde bir “selfii”(!) çılgınlığı almış başına gidiyor. Bir yazarın diline hâkim olduğu kadar kültürüne de hâkim olmasını beklersiniz. Rabia Öztürk, romanda yer yer yerleşik kültürümüzü de işlemiş; ayakkabı ile eve girilmemesi, yurt dışındaki Türklerin yardımseverliği gibi konuların bu saf ve sade romanın içinde geçiyor oluşu yazarın öğretmen olmasına da bağlanabilir.

Roman kahramanlarımızın sürekli -kısa mesafe de olsa- taksi ile gitmesi, olaylar anında fazla detaya girilmesi, olur olmaz her şeye kutlama yapılması ve yaratmak kelimesinin çok sık kullanılıyor oluşu (bu benim ilahiyatçı tarafımı rahatsız etti; nihayetinde yaratmak fiili sadece Yaratıcı ’ya yani Allah’a mahsustur), sonraki eserleri için yazarımıza bir nazar boncuğu olsun.

Yayınevlerini de kutluyorum ayrıca. Eser basmak, edebiyat dünyasına yeni bir yazar kazandırmak çok da kolay değildir. Hele ki şiir kitabı basmayan birçok yayınevinin var olduğunu kabul edersek –ki gerekçe de şiir kitabı satmaz, para kazandırmaz ilkesi(!)- bu bazen romanlar için de geçerlidir. Güfo Yayınevi bu riski göze alarak bu kitabı edebiyat dünyasına kazandırmış, iyi de yapmış. Ancak son küçük bir eleştiri de yayınevinin editörüne olsun: Birçok yazım yanlışının var oluşunu hem yayınevinin hem de editörün heyecanına bağlayarak ikinci bir nazar boncuğu olarak kabul ediyoruz imla-noktalama yanlışlarını.

Aralık 2023’te Gufo Yayınlarından çıkan Sen Ölürken Ben Doğdum 217 sayfa. Bir çırpıda okunabilecek tazecik bir kıvamda olan romanı için yazar Rabia Öztürk’ü tebrik ediyorum. 


Fatih TEZCE

24.01.2024-Bafra 



Sosyal Paylaşım